12 saat önce
Merhaba canım okuyucu.
Hiç düşündünüz mü; bilgelik, mantık ve matematik gibi disiplinlerin kökleri, aslında bir ahenk arayışına, bir ritme dayanıyor olabilir mi? Bugün okullarımızda hızla 'ek ders' listelerine atılan sanat, tarih boyunca büyük düşünürler için bir lüks değil, insan ruhunu en iyiye doğru biçimlendiren temel bir ustalık alanıydı.
Bizler, eleştirel düşünme ve yaratıcılık gibi kavramları teknoloji çağının yeni icatları sansak da, kadim zamanlardan beri var olan bir sırrı unutuyoruz: Zihinsel disiplin, eğitimde sanatın yeri ile başlar. Sanat, sadece bir resim veya melodi değil; o, beynimizdeki bağlantı noktalarını kuran, ruhumuzdaki kargaşayı düzene sokan, kimliğimizin taşınabilir anayasasıdır.
Gelin, Antik Yunan'ın felsefi derinliğinden, modern pedagojinin en sıcak sınıfına uzanan bu büyüleyici yolculukta, sanatın neden müfredatımızın en önemli dersi olması gerektiğini yeniden keşfedelim.
Büyük düşünürler, tıpkı bir heykeltıraşın mermeri şekillendirmesi gibi, ruhu sanatla biçimlendirmenin gerektiğini fark etmişlerdi.
Batı düşüncesinin temelini atan Platon, sanatın gücünün farkındaydı ve ona hem büyük bir değer hem de büyük bir sorumluluk yükledi. Onun Devlet felsefesinde, ideal yöneticiler, yani "koruyucular", katı bir Müzik (şiir, dans, müzik) ve Jimnastik eğitiminden geçerlerdi.
Platon için bu bir hobi değil, bir zorunluluktu. O, müziğin ve ritmin, çocukların ruhuna yerleşerek onları ahlaki ve estetik açıdan mükemmelleştirdiğini biliyordu. Eğer bir ulusun müziği bozulursa, o ulusun ruhu da bozulur dercesine, sanatı ruhun en hassas ayar düğmesi olarak görüyordu.
Rönesans, insan aklının sınırları zorladığı, sanatın ve bilimin ayrılmaz bir bütün olduğu bir dönemdir. Leonardo da Vinci gibi bir deha, resim yaparken aynı zamanda geometri, optik, anatomi ve mühendislik çalışıyordu. Onun atölyesi, bugünün laboratuvarıydı.
Da Vinci, gözlem yeteneğini bir sanatçı disipliniyle birleştirerek bilimsel keşiflere ulaştı. Bu bize, sanatın sadece duygusal bir ifade olmadığını; aynı zamanda en üst düzeyde disiplin, mantık ve metodoloji gerektiren bir bilim olduğunu fısıldıyor. Sanat, elimizi ve zihnimizi aynı anda çalıştırmanın en güçlü yoludur.
Aydınlanma ve Romantizm akımları, sanatın rasyonel zekâ kadar duygusal ve özgür iradeyi besleme gücünü ortaya koydu. Rousseau, eğitimi doğaya ve çocuğun doğal ritmine iade etmeyi savundu. Bırakın çocuklar çamurla oynasın, elleriyle inşa etsinler.
Schiller ise sanatı, insanı kısıtlayan rasyonellik ile serbest bırakan duygu arasındaki dengeyi kuran bir 'Oyun Dürtüsü' (Spieltrieb) olarak tanımladı. O, insanın ancak oynarken, yani sanatsal bir aktivite içindeyken tam anlamıyla insan olabileceğine inanıyordu. Sanat, bizim özgürlüğe uzanan en derin nefesimizdir.
19. ve 20. yüzyılda geleneksel, ezberci eğitime isyan eden eğitim devrimcileri, bu kadim bilgeliği alıp günümüz sınıfına taşıdılar.
Amerikalı filozof John Dewey, eğitimi hayatın kendisi olarak görüyordu ve bu hayat, deneyimlerle inşa edilirdi. Eğitimde sanatın entegrasyonu Dewey için bir yaparak öğrenme metoduydu. Bir sahne dekoru hazırlayan öğrenci, sadece resim yapmıyordu; aynı anda geometri uyguluyor, bütçe yönetiyor ve bir ekiple iş birliği yapıyordu.
Dewey, sanatsal projeler aracılığıyla çocukların demokratik bir toplum için gereken eleştirel sorgulama, sorumluluk alma ve problem çözme becerilerini edinebileceğini hayal etti. Sanat, onun gözünde sadece estetik değil, aynı zamanda toplumsal bir eylemdi.
Doktor Maria Montessori, çocukların zihinsel gelişimi ile duyusal deneyimleri arasındaki kopmaz bağı bilimsel olarak kanıtladı. Onun “hazırlanmış çevre”si ve duyusal materyalleri, çocuğun dünyaya dokunarak, hissederek ve inşa ederek öğrenmesini sağlıyordu.
Montessori'de bir küpü boyamak veya bir ipliği geçirmek, sadece ince motor becerisi değil, aynı zamanda konsantrasyon ve iç disiplin pratiğiydi. Sanat, bir nevi meditasyondu. Çocuğun elini ustalıkla kullanması, zihninin de ustalık kazanması anlamına geliyordu. O, bize sanatın, okuma yazmadan bile önce gelen bir temel eğitim olduğunu gösterdi.
Bugünün odak noktası, tüm dünyada STEM (Bilim, Teknoloji, Mühendislik, Matematik) iken, sanatın ruhu yavaşça bu denklemin dışına itiliyor. Oysa geleceğin karmaşık sorunlarını çözebilmek için antik bilgeliği rehber alarak STEAM modeline geçiş kaçınılmazdır.
Sanat (A), modern eğitimde bir süsleme değil, Tasarım Düşüncesi’dir.
Ekranların kısalttığı dikkat süremizle boğuştuğumuz bu çağda, sanat nörolojik bir kurtarıcıdır. Bir enstrüman çalmayı öğrenmek ya da karmaşık bir el işi yapmak, beynin birden fazla alanını senkronize çalıştırarak nöroplastisiteyi (beyin esnekliğini) artırır.
Sanat, sadece öğrenme sürecini değil, öğrenme kapasitemizin kendisini inşa eder. Zira sanatla kurduğumuz duygusal bağ, bilgiyi ezberden çıkarıp uzun süreli belleğimize kodlar; tıpkı bir halk oyununun ruhumuzda bıraktığı unutulmaz iz gibi.
Platon'dan Montessori'ye, her büyük eğitimci sanatın, bireyin özgürleşme yolculuğunda bir araç değil, bizzat yol olduğunu görmüştür. Onlar, eğitimde sanatın yerini sadece bir duvar süsü olarak değil, insanın kendini gerçekleştirme potansiyelinin bir ifadesi olarak tanımladılar.
Biz de bu mirası taşımak zorundayız. Sanat, ders programlarının sonuna eklenen bir lüks değil, eleştirel, yaratıcı ve duygusal olarak dengeli bireyler yetiştirmenin başlangıcıdır. Sanatı eğitimin kalbine geri koyarak, çocuklarımıza sadece sınav geçme becerisi değil, hayatı anlama ve dönüştürme yeteneği vermiş oluruz.
Sizce modern eğitim sistemimiz, ruhumuzdaki bu ritmi ne kadar duyabiliyor? Bu kadim bilgeliği sınıflarımıza nasıl taşıyabiliriz?
Saygılarımla.
İbrahim AVCI